Adjust cookies
If you click on "Accept all cookies", you agree to the storage of cookies on your device in order to improve the navigation on the website, to analyze the use of the website and to support our marketing activities.
Essential cookeis
- Session cookies
- Login cookies
Performance cookies
Functional cookies
- Google Maps
- YouTube
- SocialShare Buttons
Targeting cookies
- Facebook Embeded

Mutluluk Yolculuğum

Artık kabul edebilirim. Hayatım boyunca daha mutlu olmak için didinip durdum. Başarılı olma ve kariyer basamaklarını tırmanma çabamın temel nedeni güç, ün, itibar gibi gözükse de, bunları beni daha mutlu edeceğini düşündüğüm için istedim. Ancak bu süreçte iki büyük hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Birincisi, “başarı” olarak tanımladığım şeyler, beni beklediğim ölçüde mutlu etmedi. En basiti, gelirim ikiye, sonra üçe katlandığında çok farklı bir boyuta geçeceğimi düşünüyordum. Olmadı.

İkincisi mutluluklarım genellikle kısa sürdü. Örneğin on yıl önce koyduğum hedeflerin büyük bir bölümünü gerçekleştirmeme rağmen o döneme göre daha mutlu bir insan olamadım. Hatta ara sıra eski güzel günleri özlediğim oluyor. “Hayatımın en mutlu günleriymiş, bilmiyordum” diyorum kendi kendime. “Bilseydim o mutluluğu koruyabilir, her şey bambaşka olabilir miydi?” diye soruyorum.

Tabii bu noktada yalnız olmadığımın farkındaydım. En azından, yakın çevremde, iş ortamımda ve danışmanlık verdiğim şirketlerde insanların aynı sorunlarla boğuştuğunu gözlemliyordum. Dışarıdan bakıldığında inanılmayacak kadar başarılı görünen kişiler, aradıkları iç huzur ve mutluluğu bir türlü bulamıyorlardı. Hatta herkesin imrendiği tepe yönetim kademesinde dahi durum hiç iç açıcı değildi. Pek çok üst düzey yönetici, bir türlü çözüm üretmedikleri çelişkilerle savaşıyorlardı. Örneğin sürekli yoğunluktan şikayet etmelerine rağmen, işleri bittiğinde evlerine gitmek yerine ofiste zaman öldürmeyi tercih ediyorlar, tatile çıktıları zamanlarda dahi işten kopamıyorlardı. Diğer yandan gerek aile içinde, gerekse yakın çevrelerinde arzuladıkları sıcaklığı bulamıyorlar, eski duyguları canlandırmakta güçlük çekiyorlardı.

Orta kademede ise, hayat daha zordu. Özellikle kariyer hedefi olan hırslı yöneticiler için. Bu kişiler mutluluğu, ancak tepe yönetimin sahip olduğu bir lüks olarak görüyorlardı. Bunun için sürekli yükselme arzuyla çalışıyor, statü kaybetmek ya da hiyerarşi içinde sıkışıp kalmaktan korkuyorlardı. Sürekli tedirgin halleri onları diğer çalışanlardan ayırıyordu.

Daha alt kademelere indikçe statü endişesi yerini ücret, yan imkanlar, çalışma şartları gibi konulardan duyulan memnuniyetsizliğe bırakıyordu. Bu noktada biz danışmanlar devreye giriyor, yaptığımız anketlerle çalışanların beklentilerini anlamaya çalışıyorduk. Ardından en çok istedikleri şeyleri hayata geçiriyor, ancak çoğu zaman beklediğimiz etkiyi yaratamıyorduk. Yani insanlar kendilerini mutlu edeceğini söyledikleri şeylere kavuştuklarında mutlu olmuyorlardı. Bazı durumlarda ise, memnuniyet düzeyi başta hafif bir artış gösteriyor, sonra eski düzeyine iniyordu. Kısacası hemen herkes ya kendini mutsuz edecek bir şeyler buluyor ya da mutluluğunu erteliyordu. Mutlu olanlar ise, neredeyse parmakla gösterilecek kadar azdı.

Peki, tüm bunları görmek bende herhangi bir davranış değişikliği yarattı mı? Hayır. Uzunca bir süre, “daha fazlası” için çaba harcamaya devam ettim. Danışmanlık verdiğim şirketlerde, fiziksel çalışma şartlarını, sosyal olanakları, ücret yapısını iyileştirmeye yönelik projeleri sürdürdüm. Çözümlerim, ne bana, ne de hizmet verdiğim şirketlerdeki insanlara hiç bir yarar sağlamıyordu. Buna rağmen kendimi aynı reçeteleri tekrar tekrar yazarken ve uygularken buluyordum.

Sanırım bu dağılmış halim, “mutluluk araştırmalarına” olan ilgimi ve “İnsanlarda artan mutsuzluğun kaynağı ne?”, “Mutlu olmak için yaptıklarımız neden bizi mutsuzluğa sürüklüyor?”, “Kalıcı mutluluğu yakalayabilmek için neler yapabiliriz?” sorularını niçin takıntı haline getirdiğimi açıklıyor.

Bu nedenle kişisel gözlem ve araştırmalarıma ek olarak, son on yılda yayınlanan mutluluk ile ilgili yüzlerce makale ve kitabı derinlemesine inceledim. Ancak aradığım cevapları bulmam hiç de kolay olmadı. Çünkü yazılanlar son derece yüzeysel olmanın ötesinde, kendi içlerinde çelişkiler barındırıyordu. Bunlardan bir bölümü başarıyı mutluluğun ön şartı olarak görürken, diğerleri mutluluğun dingin bir yaşam tarzının içinde gizli olduğunu savunuyordu. Yine mutlu olabilmek için kimilerine göre hedeflerimizi yükseltmemiz, kimilerine göre düşürmemiz gerekiyordu. Her biri kendi içerisinde tutarlı gerekçeler sunmakla birlikte, bir arada değerlendirildiklerinde tam bir kafa karışıklığına yol açıyorlardı. Okuduklarımdan hiç bir sonuç alamamış, resmen tıkanmıştım. Çalışmalarıma uzunca bir süre ara verdim.

Ta ki bir gün kitapevinin rafları arasında gezerken gözüme takılan sarı bir kitabın üzerindeki “Satın almaya dair bildiğiniz her şey neden yanlış?” yazısını okuyana kadar. Kitap bir marka futuristi olan Martin Lindstrom’un 3 yıl ve 7 milyon dolar harcayarak yürüttüğü nörolojik araştırmaları içeriyordu. Lindstrom ve ekibi, insan beynindeki satın alma dürtülerini yöneten işleyişi, fMRI (İşlevsel Manyetik Rezonans Görüntüleme) ismi verilen ileri bir tarama tekniğiyle incelemişlerdi. fMRI, beyine enerji taşıyan oksijenli kan miktarını ölçüyor ve bu sayede beynin herhangi bir anda yakıt kullanan, yani aktif olan bölgelerinin belirlenmesine imkan sağlıyordu.

Araştırma sonuçları oldukça çarpıcıydı. Örneğin bir buçuk ay boyunca onlarca kişi üzerinde yapılan deneyler, sigara paketleri üzerindeki uyarı yazılarının insanları endişeye düşürmek yerine, beyinlerindeki “arzu noktası” olarak bilinen akumben çekirdeğini uyardığını göstermişti. Yani 120 ülkenin sigara aleyhtarı kampanyalarla harcadığı milyarlarca dolar, insanları bırakın sigaradan uzaklaştırmayı, fazladan bir sigara daha yakmaya teşvik ediyordu.

fMRI teknolojisi ile birlikte tüketicilerin satın alma davranışlarını adım adım izlemek ve yorumlamak dahi mümkün hale gelmişti. Örneğin denekler gerçek fiyatlarıyla satılan Gucci, Louis Vuitton gibi lüks ürünleri gördüklerinde, hem akumben çekirdeği hem de ön singula aynı anda ışıldıyordu. Bu durum iyi bir şeye sahip olmanın verdiği zevk ile yüksek bedel ödemekten duyulan tereddüt arasındaki çelişkiyi gösteriyordu. Buna karşılık aynı ürünler deneklere hatırı sayılır bir indirimde gösterildiğinde “karşıtlık” sinyali zayıflarken, ödül bölgesindeki hareketlenme belirgin bir şekilde artıyordu.

Peki nörobilimde bu gelişmeler yaşanırken şirketler ne durumdaydı? Lindstrom’a göre şirketler salt dikkat çekmenin dışında müşterilerini özgün bir şekilde etkilemek için neler yapmaları gerektiğini bilmiyorlardı. Adeta açık denizlerde kaybolmuş bir gemiye benziyorlardı ve ellerinde Kristof Kolomb’un 1492’de kullandığı el çizimi haritalardan daha iyisi yoktu. Buna rağmen kendilerini akıllı buluyorlardı.

Kitapta anlatılanlar mutluluk araştırmalarım sırasında karşılaştığım sorunlarla birebir örtüşüyordu. Örneğin, pek çoğumuz kendimizi akıllı görüyor fakat mutlu olmak için neler yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Hayat mücadelesinde yolunu kaybeden bir çok kişi hala çözümü Dale Carnegie ve onun türevi niteliğindeki yazarların reçetelerinde arıyordu. Diğer yandan mutluluğa ulaşmak için yaptıklarımız önemli bir bölümü yalnız boşa gitmiyor, aynı zamanda bizi mutsuzluğa mahkum ediyordu.

Bu noktada Lindstrom’un nöropazarlama için geliştirdiği bakış açısını, mutluluğun dinamiklerini anlamak için kullanabileceğimi düşündüm. Mutluluk ile nörobilimi buluşturma fikri dahi beni inanılmaz derecede heyecanlandırmıştı. Çalışmalarım bir anda hız kazandı. İyi haber, kaynak sıkıntısı çekmiyordum. Beyinde mutluluğun nasıl oluştuğu, bizi mutlu eden kimyasalların neler olduğu ve bunların hangi şartlarda tetiklendiği sorularına cevap arayan çok sayıda çalışmaya ulaştım. Araştırmalar bir mutluluk biliminden söz edilebilecek düzeye gelmişti. Diğer yandan elde edilen sonuçların oldukça dağınık olması, ağırlıklı olarak laboratuvar ortamında yapılan çalışmalara dayanması ve ileri derecede teknik terimler içermesi günlük hayata ilişkin çıkarımlar yapmamı güçleştiriyordu. Bunun için başta dostlarım olmak üzere çevremdeki insanları yakından gözlemlemeye, üzerlerinde küçük küçük testler yapmaya başladım. Onları mutluğunu etkileyen nörolojik ilkeleri bulmaya, laboratuvar sonuçlarının gerçek hayattaki karşılıklarını tanımlamaya çalışıyordum. Nörobilim aradığım tüm sorulara cevap vermese de, insanları mutlu ve mutsuz eden faktörleri anlamamı sağlayacak çok güçlü bir çerçeve sunuyordu.

Ardından çalışmalarımı danışmanlık verdiğim şirketleri içerecek şekilde genişlettim. Artık çalışanlara “ne istediklerini” sormuyor, bunun yerine nörobilimin sunduğu şablonları kullanarak onların farkında dahi olmadıkları ihtiyaçları tanımlıyordum. Diğer bir ifadeyle çalışanlar için neyin iyi neyin kötü olduğuna ben karar veriyordum. Bu şekilde çok sayıda proje hayata geçirdik. Şirketlerin çalışma ortamlarını, performans, ücret ve prim sistemlerini bu bakış açısıyla yeniden yapılandırdık. Bu projelerin hemen hepsi başta büyük tepki çekti ve dirençle karşılandı. Ancak orta ve uzun vadede muazzam sonuçlar elde ettik. Evet, benim Joy.ology olarak adlandırdığım yaklaşım işe yarıyordu ve bunu daha geniş kitlelerle paylaşma zamanı gelmişti.

Şimdi beş yıllık bilgi birikimini paylaşmak ve bu birikimi geliştirmek için bir dizi seminer, konuşma ve eğitim programı planladım. Bunlardan ilki olan İşyerinde Mutluluğun Temelleri semineri 21 Aralık 2018 Cuma günü Great Place to Work’ün sponsorluğunda Galatasaray Üniversitesi’nde gerçekleşti. Ardından yine Great Place to Work sponsorluğunda bir dizi konuşma/tartışma serisi başlayacak. Joy.ology Talks olarak adlandırdığımız söz konusu buluşmalarda yaşadığımız günlük tecrübeleri nörobilim bakış açısıyla yorumlayacağız. Bekleriz...

 Prof.Dr.Türker BAŞ

Great Place to Work Kıdemli Danışmanı
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi



Bültenimize Abone Olun

0 (212) 236 50 20
© Great Place To Work® Institute Türkiye. Tüm hakları saklıdır
made with by CIC